Hepimizin Allah’tan ihtiyacı olan nedir? Bu sorunun birçok farklı cevabı vardır ama Adem’in İşareti bize ilk ve en büyük ihtiyacımızın doğruluk olduğunu hatırlatıyor. Burada bize (Adem’in çocuklarına) ithaf edilmiş Sözleri buluyoruz.
Adem oğulları, size, bedenimizi örtecek ve süsleyecek elbiseler hazırladık. Erdemlilik elbisesi ise daha hayırlıdır. Bunlar, ALLAH’ın işaretleridir, olur ki öğüt alırsınız.
Sure 7:26
O halde ‘doğruluk’ nedir? Tevrat bize Allah’ın… olduğunu söyler.
Kaya’dır, işleri kusursuzdur, Bütün yolları doğrudur. O haksızlık etmeyen güvenilir Tanrı’dır. Doğru ve adildir.
Yasa’nın Tekrarı 32:4
Allah’ın Doğruluğu, Tevrat’ta bu şekilde resmedilmiştir. Doğruluk, birinin mükemmel olduğu anlamına gelir; birinin bütün (sadece bir kısmı veya çoğu değil, bütün) yollarının adil olduğu, hiç birinin (azıcık bile) yanlış olmadığı anlamına gelir, dürüstlüktür. Doğruluk budur ve Tevrat, Allah’ı bu şekilde tanımlar. Fakat neden doğruluğa ihtiyacımız vardır? Buna cevap vermek için Zebur’daki bir bölüme bakalım. 15. Mezmur (Davut tarafından yazılmış olan) şöyle der:
1Ya RAB, çadırına kim konuk olabilir? Kutsal dağında kim oturabilir?
2Kusursuz yaşam süren, adil davranan, Yürekten gerçeği söyleyen. 3İftira etmez, Dostuna zarar vermez, Komşusuna kara çalmaz böylesi.
4Aşağılık insanları hor görür, Ama RAB’den korkanlara saygı duyar. Kendi zararına ant içse bile, dönmez andından. 5Parasını faize vermez, Suçsuza karşı rüşvet almaz.
Allah’ın ‘Kutsal Dağında’ kim oturur sorusu, Allah’ın Cennetine kimin girebileceğini sormanın başka bir yoludur. Verilen cevaptan günahsız ve ‘doğru’ (2. Ayet) olanların Allah’ın Cennetine girebileceklerini görüyoruz. Bu yüzden doğruluğa ihtiyacımız vardır. Allah mükemmel olduğu için, O’nunla olabilmek için doğruluk gerekmektedir.
Şimdi de İbrahim’in (Aleyhisselam) ikinci işaretini düşünün. Bu bölümü Kutsal Kitap’tan okumak için buraya tıklayın Tevrat ve Kur’an’da İbrahim (Aleyhisselam) ‘Allah’ın yolunu’ (Sure 37:83) seçtiği için, ‘doğru’ olma hakkına sahip olduğunu görüyoruz (Yaratılış 15:6) – Adem’in İşaretinin bize ihtiyacımız olduğunu söylediği şey. O zaman bizim için önemli olan soru şudur: Buna nasıl sahip oldu?
Genelde doğruluğa iki farklı yoldan biriyle sahip olabileceğimi düşünürüm. İlk yolda (benim düşünceme göre) Doğruluğa, Allah’ın varlığına inanarak veya kabul ederek sahip olabileceğimi düşünüyorum. Ben Allah’a ‘inanıyorum’. Bu düşünceye destek olarak, İbrahim de (Aleyhisselam) Yaratılış 15:6’da ‘Allah’a inanmamış mıydı?’ Biraz daha derin düşününce İbrahim’in sadece Tanrı’nın varlığına inanmamış olduğunu fark ettim. Hayır, Allah ona değişmez bir vaat vermişti – İbrahim’in bir oğlu olacaktı. Ve İbrahim’in (Aleyhisselam) inanıp inanmamaya karar vereceği vaat buydu. Düşünecek olursanız, şeytan da (iblis olarak da bilinir) Allah’ın varlığına inanır – ve kesinlikle doğruluk sahibi değildir. O halde ‘Yol’ dediğimiz, basitçe Allah’ın varlığına inanmak değildir. Bu yeterli değildir.
Doğruluğa sahip olabileceğimi düşündüğüm ikinci yol ise, iyi ve dini işler yaparak Allah tarafından bana verileceğine inanmaktır. Kötü şeylerden çok iyi şeyler yapmak, dualar, oruçlar ya da belli bir biçimde veya sayıda dini eylemler gerçekleştirmek, doğruluğa sahip olmama, kazanmama, hak etmeme sebep olur. Fakat Tevrat’ın hiç de böyle bir şey söylemediğine dikkat edelim.
Avram RAB’be iman etti, RAB bunu ona doğruluk saydı.
Yaratılış 15:6
İbrahim doğruluk ‘kazanmadı’, bu ona ‘verildi’. O zaman fark nedir? Eğer bir şey ‘kazanılıyorsa’ onun için çalışmış olmanız gerekir – hak etmişsinizdir. Yaptığınız iş karşılığında aldığınız maaş gibidir. Fakat bir şey size itibat edildiğinde, size verilmiş olur. Kazanılmaz.
İbrahim (Aleyhisselam) tek olan Allah’ın varlığına derinden inanan bir adamdı. Ve aynı zamanda dua eden, adanmış ve insanlara yardım eden (yeğeni Lut’a yardım edip onun için dua ettiği gibi) biriydi. Bu tür şeyleri göz ardı edemeyiz. Fakat burada tanımlanan İbrahim’in ‘Yolu’ o kadar basit ki, gözden kaçırmak mümkündür. Tevrat bize, Allah tarafından verilen Vaade inandığı için İbrahim’e (Aleyhisselam) doğruluk verildiğini söyler. Bu da, Allah’ın varlığına inanmanın yeterli olduğunu düşünmek ya da yeterince iyi ve dini faaliyetler yaparak (dua, oruç, vs.) doğruluk elde etmeye çalışma anlayışlarını altüst eder. İbrahim’in seçtiği yol bu değildi. O, sadece verilen vaade inanmayı seçti
Şimdi, bu oğul vaadine inanmak belki de basitti ama kesinlikle kolay değildi. İbrahim (Aleyhisselam) kolayca, eğer Allah ona bir oğul verme isteğine ve gücüne sahip olsaydı şimdiye kadar verirdi, diye düşünüp, Allah’ın bu vaadini kolayca ciddiye almayabilirdi. Çünkü hayatının bu noktasında İbrahim ve karısı Saray yaşlılardı – çocuk sahibi olma yaşını epeyce geçmişlerdi. İbrahim’in ilk işaretinde memleketinden ayrılıp Kenan diyarına gittiğinde 75 yaşındaydı. O sıralarda Allah ona ‘büyük bir ulus’ vaadi vermişti. Bu vaatten beri çok zaman geçmişti ve İbrahim ve karısı Saray artık yaşlanmışlardı ve uzun bir süredir bekliyorlardı. Daha bir oğulları bile -ve tabii ki bir ‘ulus’ bile- yoktu. İbrahim, “Eğer Allah bana bir oğul verebilecekse neden hala vermedi?” diye düşünebilirdi. Başka bir deyişle, vaatle ilgili cevaplanmamış soruları olsa da, gelecek olan bir oğul olduğunu vaat eden söze inanıyordu. Bu vaade inanıyordu çünkü vaadi vermis olan Allah’a güveniyordu – vaatle ilgili her şeyi anlamıyor olsa da. Bu vaade inanmak (çocuk sahibi olma yaşını geçtikten sonra bile bir oğula sahip olmak) Allah’ın onun ve karısı için bir mucize yapacağına inanmayı gerektiriyordu.
Vaade inanmak aynı zamanda aktif bir bekleme gerektiriyordu. Bir anlamda, bütün hayatı, Vaadeilmiş Kenan Diyarında, çadırlarda yaşayarak vaadedilmiş oğlun gelmesini (uzun yıllar boyunca) bekleyerek geçiyordu. Vaadi umursamamayı seçip, eve, yıllar önce terk ettiği ve hala kardeşinin ve kardeşinin ailesinin yaşadığı Mezopotamya’daki (günümüzdeki Irak) medeniyete dönmek çok daha kolay olurdu. Böylece İbrahim vaade inanmanın getirdiği zorluklarla – her geçen gün – vaat gerçekleşene kadar yıllarca umut ederek yaşamaya devam ediyordu. Vaade olan inancı o kadar büyüktü ki, gündelik hedeflerinin önüne geçmeye başladı – konfor ve rahatlık. Gerçek anlamda, heyecanla vaadin gerçekleşmesini beklemek, günlük hedefleri için ölmesine neden oldu. Vaade inanmak, Allah’a olan sevgisini ve inancını gösterdi.
Böylelikle vaade ‘inanmak’ zihinsel anlaşmanın çok daha ötesine geçti. İbrahim gelecekteki bu vaat ile ilgili umut uğruna şu anki hayatını, itibarını, güvencesini ve eylemlerini tehlikeye attı. İnandığı için, aktif ve itaatkar bir şekilde bekledi.
İşaret, İbrahim’in (Aleyhisselam) Allah’ın oğul vaadine inanması, ve böylelikle ona verilmiş olan doğruluğu almasıdır. Gerçek anlamda, İbrahim kendini bu vaade adamıştır. İnanmamayı seçip, kendi vatanına dönmeyi seçebilirdi (günümüzdeki Irak). Aynı zamanda, Allah’ın varlığına inanmaya, dua etmeye, oruç tutmaya ve başkalarına yardım etmeye devam ederek bu vaade inanmamayı seçebilirdi. Fakat o zaman sadece dinini koruyor olurdu ve ona ‘doğruluk’ verilmezdi. Kur’an’ın bizlere, Adem’in çocuklarına’ söylediği gibi, -“doğruluğun giysileri – en iyisi”. İbrahim’in Yolu buydu.
Çok şey öğrendik. Doğruluk; Cennete gitmemiz için gereken şey kazanılmaz, bize bağışlanır. Ve bize Allah’ın Vaadine güvendiğimizde verilir. O halde kim doğruluğun bedelini öder? . (3. İşaret) ile devam ediyoruz.